English French German Spain Italian Dutch Russian Portuguese Japanese Korean Arabic Chinese Simplified


28 Haziran 2016 Salı

Dengeli Olmak

Hayatın içinde sağlıklı yaşamak, işine ve evine zaman ayırmak, kendini dinlemek, arkadaşlarla görüşmek ve bütün bunlara 'yeterince' zaman ayırmak oldukça zordur. Bunların da ötesinde spor yapmak, iyi beslenmek, sağlıklı yaşamak adına da bir şeyler yapabiliyorsanız iyi bir alkışı hak ediyorsunuz demektir. Dengeli birisiniz! Tebrikler.
Günümüzde eve iş getirmemek, kafayı boşaltabilmek, sakinleşmek ve dinginleşmek hayli zor olmaya başladı. Hepimizin bir hayat şartı var ve bu şart doğrultusunda yapmamız gereken şeyler, sorumluluklarımız var. Dengelenmek çoğu zaman kendimizden yana diğer tarafa (iş, okul, ev, adile vs) vermekten dengesizleşiyoruz. Kendimize gerçekten zaman ayıramıyoruz... Özel hayatlarımız iş hayatımızla karışabiliyor. İş hayatınızın devamlılığı adına sürekli haberdar olabilmek için eklendiğiniz WhatsApp grubundan gelen mesajlar mesai dışındaki yaşantınızı da birebir etkiliyor. İşin içinden çıkamıyor musunuz? Evet. Denge kaybı yaşıyorsunuz.
Akıllı telefonlar malesef işlerimizi 'daha da kolaylaştırmıyor' zamanlarımızı alarak bizleri merak ettiriyor, Instagram'a, Facebook'a, Youtube'a, Snapchat'e bağlıyor. Durmadan kontrol etme gereği uyandırıyor. 
Dengeyi sağlamak için 'para' ağır basarken, yaşantımızda daha iyi bir lokasyonda (muhtemelen işinize daha yakın ya da çocuğunuz okula daha kolay gidiyor diye vs) oturmak için fazladan ödemeniz gereken kira masrafları sizi zorluyor. Başarılı olmayı bu yaşantıyı sürdürmekle tanımlıyorsunuz. Oğlunuz okula gidiyor. Fakat muhtemelen oğlunuz da okulunu bitirdikten sonra ona yüklü bir servet bırakmazsanız sizin gibi çalışıp evine bakmak zorunda kalacak. Çünkü evet kapitalizmi yaşıyoruz.... Bu noktada malesef seçim şansımız az (para mı kariyer mi, gezmek mi yoksa yaşamak mı?)
Evlilik, iş, para derken işin içine çocuklar girdiğinde dengeyi sağlamak daha da zorlaşıyor ve bölünüyorsunuz. İyi bir baba, iyi bir eş, iyi bir iş adamı iyi bir arkadaş... İyi bir adam olmak için çabalıyorsunuz. Çocuklara bakablmek adına belki de ailenizden destek alıyorsunuz. Çalışan anne ve babaların çcouklarına bakmaları hakkında kitaplar okuyorsunuz. Dengeyi sağlamak adına çabalıyorsunuz.
Ama diğer taraftan bazı işler, insanın özel hayatını neredeyse yok edecek kadar talepkar olabilir. Kendi işini kurup gece gündüz çalışmak zorunda olan girişimciler, bilgisayar programcıları, hizmet sektörlerinde çalışanlar, doktorlar, şantiyelerde çalışan mühendisler, uzun yol şoförleri… ne kadar dengeli bir hayat arzu ederlerse etsinler, iş yoğunluklarından dolayı, bu arzularını gerçekleştirmezler.  Nigel Marsh’ın dediği gibi, bazı işleri yaparken, iş-özel hayat dengesini kurmak mümkün değildir maalesef. Bazı işler, insanın bütün hayatını kaplar; başka bir şeye zaman kalmaz.
Her insan,  kendine yaptığı başarı tanımına göre, şu ya da bu şekilde bir  “denge” kurar. Bazıları Pazar günü birkaç saat ailesiyle birlikte olmaktan tatmin olurken, bazıları için dengeli bir hayat, iş sonrası her akşam evde eşi ve çocuklarıyla uzun saatler kaliteli zaman geçirmektir. Bazıları, işlerini bahane ederek evden uzaklaşmayı tercih ederken, bazıları evlerinde zaman geçirmekten mutlu olurlar. İş hayatı-özel hayat dengesi, mutlak bir kavram değildir; herkesin kendine göre bir denge anlayışı vardır. Ama nasıl tanımlarsa tanımlasın, insanın dengeli bir hayat yaşaması için  emekli olmayı beklemesi de yazık olur. İnsan eğer bir denge kuracaksa, bu dengeyi ununu eleyip, eleğini astıktan sonra değil, henüz vakit varken kurması gerekir. İnsanın emekli olduğunda, çocuklar evden gittikten sonra, hiç arkadaşı kalmamışken, hiç hobisi olmamışken, kendine zaman ayırmaya başlamasının da hiç bir anlamı yoktur.
Dengeli bir hayat yaşamak, insanın sadece sevdiklerine, hobilerine ve tatile zaman ayırması değildir. Dengeli bir hayat yaşamak bundan daha geniş bir kavramdır. Dengeli bir hayat demek, iş, aile, hobiler, çevre ve toplumla anlamlı ilişkiler kurmayı başarmak demektir. Denge, insanın düşünsel, duygusal, sosyal ve manevi alanlarda bir uyum elde edebilmesidir. Kendine yeteri kadar boş zaman ayıran ama maalesef bendensel, ruhsal ve sosyal olarak hiç dengede olmayan insanlar vardır. Dengede olabilmek için, insanın bütün bu alanlarda tatminkar ilişkiler kurması gerekir.
Herkes dengeli bir hayat yaşamak gerektiğini söylese de, dengeli bir hayat yaşamak gerçekten çok zor. Bir alanda uzmanlaşmak ama aynı zamanda farklı alanlarda bilgi sahibi olmak, kendini geliştirmek, eş ve çocuklarla kaliteli zaman geçirmek, iyi uyumak, iyi beslenmek, spor yapmak, dinlenmek, tek başına kalacak zaman bulabilmek, hobilerle uğraşmak, arkadaşlara ve akrabalara zaman ayırmak, mümkünse toplum için faydalı işler yapmak… Bunların hepsini hakkıyla yapmak hiç de kolay değil. .Bugün kiminle konuşursanız konuşun, şu ya da bu şekilde bu listedekilerden birkaçını  hakkıyla yapamadığından yakınır. Hayat o kadar hızlı ve o kadar çok boyutlu ki, bütün bunların hepsine yetişmek için gerçekten yüksek düzeyde bir farkındalık, ne istediğini bilmek, seçici olmak ve zamanı etkin kullanma konusunda kararlı olmak gerekir.

21 Haziran 2016 Salı

Sosyal Girişimciler

İstediğimiz şey başarılı olmak ise o veya bu şekilde başarılı olduğumuzu kanıtlayacak nitelikte bir 'farka sahip olmamız' gerekmektedir. Farklı olmak, fark edilmekle mümkün olur. (Yoksa kendi kendinize farklı olduğunuzu düşünüp, öyle olduğunuzu zannetmekle değil) Farklı olduğunuz neden düşünüyorsunuz? Farklı olmak için neler yapıyorsunuz? Asıl önemli olan nokta budur.
Uluslararası Sağlık Örgütü Sınır Tanımayan Doktorlar ekibinden Doktor Şeik Kassım’ın anlattıklarına göre Somali’de son altmış yıldır görülen en büyük kuraklık yaşanıyor, 1.3 milyon çocuğun durumu oldukça kritik. Dr. Kassım’ın görev yaptığı hastaneye ulaşmak için 600 kilometre yürüyenler var; çünkü ulaşım araçlarına 1.5 dolar verecek paraları yok. Bu yolculuk aileler için bir ölüm yürüyüşüne dönüşebiliyor. Yürüyüş boyunca her aileden ortalama bir kişi hayatını kaybediyor. Somali’de olanlar sadece bir örnek. Dünyanın ciddi bir kısmı ölümcül sorunlarla boğuşuyor.
Dünyadaki yoksulluğun önüne geçmek elbette mümkün. Ancak bunun için gerçekten herkes elinden geleni yapıyor mu? Dünyanın bir tarafına sağlık hizmeti götürmek, planlı çoğalmayı sağlamak çok mu zor? Kızların okumasını bırakın, tüm çocukların okula gitmesini sağlamak mümkün değil mi? Bütün bunları kim yapacak? Devlet başkanları cevabı veriyorsanız şimdiden söyleyeyim. Cevabınız yanlış. Doğru cevap 'sıradan insanlar' olmalıydı. Ancak herkes buna inanır ve bunun için bir şeyler yapmaya başlarsa bu gerçekleşebilir. Sivil toplumun ve sivil girişimciliğin yükselişi, içinde yaşadığımız zamanın en önemli gelişmelerinin başında geliyor..
“Kıran kırana rekabet”, “ölçüsüz büyüme” Sanayi Devriminin yarattığı dünyaya ait kavramlardı.  Sanayi döneminde hem iş hayatı hem de toplum hayatı bu anlayışlar çevresinde düzenledi. Sanayi sonrası toplum ise kendine özgü kavramlarla yeni anlayışlar çerçevesinde şekilleniyor.
Artık rekabete ve büyümeye “yeni” gözlüklerle bakmak zorundayız. Yeni bakış açıları ve taze bir zihinle, farklı çıkar gruplarının uzlaşmasını sağlayacak çok sesli ve çok renkli bir dünya için çaba göstermek zorundayız. Artık kendimizi “diğerlerinden” soyutlayamayız. Herkesle ve dünyayla bütünleşerek yaşamasını öğrenmek mecburiyetindeyiz. Bu bir tür “Pollyannacılık” oynamak ya da aşırı romantik olmak değil, tam tersi bugünün dünyasında seçebileceğiniz en gerçekçi ve en sağlam stratejidir. Üstelik bu sadece ülkeler için değil, şirketler için de geçerli olan bir anlayıştır. Artık kendi çalışanları ve iş ortakları için “kazan-kazan” anlayışına dayanmayan, “sürdürülebilir” bir stratejilerle çalışmayan şirketlerin ayakta kalması çok zor. Bu şirketler ne kadar güçlü ve büyük olurlarsa olsunlar, sosyal bilincin yükseldiği yeni dünyada kendilerine yer bulamayacaklar.
İnsan ve değerler odaklı bir yönetim anlayışını benimsemek, samimi ve şeffaf bir tutum sergilemek, sadece ürünlerde değil toplumsal konularda da yenilikçi yaklaşımlar geliştirmek bu çağın markaları için vazgeçilmez stratejiler olacak. Markalar ancak bu anlayışı benimsedikleri takdirde müşterileriyle bir anlam bağı kurabilecekler.
Hepimiz, sürdürülebilir kalkınmanın artık sadece devletlerin ya da Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) işi olmadığının farkında olmalıyız. Malcom Gladwell’in tarif ettiği “Kıvılcım Ânı” bir fikir, bir trend veya bir sosyal davranışın belli bir birikimden sonra bir eşiği aşıp çılgın bir yangın gibi etrafa yayılmasıdır. Gladwell’e göre eğer kötü davranışlar kadar iyi davranışlar da salgın hale gelebiliyorsa; örneğin suç işlemek kadar moda da yaygınlaşabiliyorsa o halde her şey virüsler kadar bulaşıcı olabilir demektir.  Nasıl tek bir hasta nezle salgınının başlaması için yeterliyse küçük ama isabetli bir değişim de bir moda akımının patlaması, bir ürünün ya da fikrin kitlesel rağbet görmesi ya da sosyal bir sorunun çözülmesi için yeterli olabilir.
Sosyal girişimciler kendilerine “durumdan vazife” çıkaran, toplumu tehdit eden sorunlara yenilikçi çözümler getirmek için çabalayan bireylerdir. Tıpkı şirketler ve ticari girişimciler gibi onlar da sorun ve fırsatları fark etme, risk alma ve yenilikçi yollarla çözüme gitmeye odaklanırlar. Hiçbir bireysel çıkar gözetmeden kendilerini önemli gördükleri toplumsal sorunların çözümüne adarlar, etraflarındakileri de harekete geçirip mücadeleye dâhil ederler. Bu sebeple sosyal girişimcileri, her şeyin mümkün olduğunu dünyaya kanıtlayan rol modeller olarak görüyorum. Onlar hayata ve çevrelerine karşı gösterdikleri duyarlılıkla başkalarının göremediği sorunları görüyorlar. Dünyayı değiştirebileceklerine inanacak kadar idealist ama hayallerini gerçekleştirebilecek kadar da gerçekçiler. İlham vericilikleriyle herkesi motive ediyor, pozitif enerji yayıyorlar. Sorunlar kadar çözümleri de görerek yeni fırsatlar yaratıyorlar.
Aslına bakarsanız sosyal girişimcilik yeni yaratılmış bir kavram değil. İnsanlık tarihi boyunca daima sosyal girişimci özelliklere sahip kişiler yaşamış ve dünyayı değiştirmek için adım atmışlardır. Adım atmakla da kalmamış büyük küçük birçok toplumsal alanda kökten değişim yaratmışlardır. Örneğin Florence Nightingale, 1800’lerde hemşirelik sistemini kurarak sağlık alanında bir devrim yaratmıştır. Bebeklik çağından itibaren kör,sağır ve dilsiz olmasına rağmen fiziksel engelliler için yaptıklarıyla birçok başarı ve cesaret madalyası alan Helen Killer da 19.yüzyılın başında yaşamış ilham veren bir sosyal girişimcidir.
Bill Gates, 2008’de DAVOS  toplantılarında, “21. Yüzyılda Kapitalizme Yeni Yaklaşımlar” konusu tartışılırken “Kapitalizmi sadece zenginlere değil yoksullara da hizmet eder hale getirmeliyiz.” sözleriyle toplantıya damgasını vurmuştu. Gates, bu sözleriyle önümüzdeki on yılın tartışma konusunu yaratmış olmakla kalmadı, “Yaratıcı Kapitalizm” (creative capitalism) adını verdiği bu yeni yaklaşımla birçok sosyal girişimcinin de önünü açtı. Gates’in “Yaratıcı Kapitalizm” kavramı o seneTime’da kapak oldu. 
Bill Gates Microsoft’taki tam zamanlı görevinden ını kurarak sosyal girişimcilerin arasına katıldıktan sonra “Bu bir emeklilik değil, önceliklerin yeniden düzenlemektir.” dedi. Waren Buffet’ın servetinden önemli bir bölüme Gates vakfına bağışlaması farklı kesimlerce sosyal girişimciliğe bir kez daha dikkat verilmesini sağladı şüphesiz. Gates’e göre “Kapitalizm milyarlarca insanın hayatını iyileştirdi. Fakat bir o kadarını da dışarıda bıraktı. Dışarıdaki bu insanlar yoksulluğa saplanıp kaldılar. Yoksullara yardımda devletler ile sivil toplum örgütleri eksik ve yavaş davranıyor. Bu işi teknolojik inovasyon becerisine sahip şirketler yapmalılar.
Peter Drucker, sosyal girişimcilerin toplumun performans kapasitesini yükselttiğini söyler. Sosyal girişimcilerin toplumdaki etkisini gören diğer kişiler ya da kurumlar onlardan ilham alır, onların çalışmalarından etkilenir. Giderek büyüyen etkileşimle toplumda sistematik değişiklikler önce yerel sonra bölgesel ve ulusal etki oluşturmaya başlar.
Mevlana “İnsanın değeri aradığı şeydir.” der. Dünyanın sosyal girişimcilere, onların yaratacağı enerjiye bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Ben sosyal girişimcilerin hepimize ilham ve cesaret kaynağı olmaktan öte yarattıkları bu ruhun yeni yönetim anlayışlarına da çok önemli katkıda bulunacağına inanıyorum. Şirketlerin bu sorumluluk alma ve gönüllülük gösterme ruhundan çok şey öğreneceklerine inanıyorum.

14 Haziran 2016 Salı

Para Kazanmanın Sırrı

Hangi yaşta olduğunuz önemli değil. Nerede yaşadığınız ya da hangi işi yaptığınız da önemli değil. Belki de bir üniversitede okuyorsunuz ya da iş arıyorsunuz. Bu yazıyı okuyorsunuz ama aklınız aslında o konuyla meşgul.
Sağlıkla ilgili bir sorununuz olmadığını varsayıyorum çünkü sağlıkla ilgili konular zihnimizi işgal ettiği zaman neredeyse başka bir şey düşünemiyoruz. Eğer sağlıklıysanız ,umarım öyledir , aklınızda üç konu dolaşıyor olabilir.
1. Parayla -daha iyi yaşamakla- ilgili konular.
2. Sevmekle ve sevilmekle –cinsellik de dahil – ilgili konular.
3. Takdir görmek – onaylanmak- ilgili konular.
Doğru tahmin etmiş miyim? Büyük olasılıkla tahminim doğrudur.
Bunu siz de yapabilirsiniz. Aslında bu durum hepimiz için geçerli. Hepimizin aklındaki düşünceler bunlardan bir tanesine uyuyor. Belki de aklınızdaki düşünce aynı zamanda yukarıdaki iki hatta üç gruba birden giriyordur.
Mesela Türkiye’de genç erkekler çok para kazanmak ve bu sayede güçlü olmak istiyorlar (1); eğer bunu yapabilirlerse istedikleri zarif ve güzel kızın sevgisini kazanacaklarını düşünüyorlar (2) ve bu ikisini yaptıklarında herkesintakdirini alacaklarını varsayıyorlar(3). Türkiye’deki genç kızlar da bir manken gibi güzel ve zarif olurlarsa sevgiyi ve gücü – parası olan erkeği- elde edeceklerini ve böylece kendi çevrelerinin takdirini kazanacaklarını düşünüyorlar. (Trendview Raporu, Synovate, 2004)
Toplum olarak değer yargılarımız giderek maddiyat üzerine temelleniyor. Para sahibi olmanın ve bu gücü göstermenin popüler olduğu bir dönem yaşıyoruz. Bu dönem Türkiye’de 1980’li yıllarda başladı ve hala devam ediyor. Bu oluşumun nedenleri ve bu anlayışın ne kadar hüküm süreceğini – fevkalade önemseyerek- bir kenara bırakıyorum ve bu durumu bütün çıplaklığıyla olduğu gibi kabul ediyorum. Bugün içinde bulunduğumuz durum budur. Üstelik yaşadığımız ekonomik kriz, maddiyatla ilgili konuları hepimizin gündeminde daha da üst sıralara çıkarıyor.
Sadece geleceklerini kurmak isteyen gençler değil hepimiz nasıl bir hayat istediğimizi sorguluyoruz. Bu hayatı iyi yaşamak için ne yapmamız gerektiğini ve en akıllı seçimin hangisi olduğunu bilmek istiyoruz.
Madem çoğunluk maddiyat üzerine kurulu bir anlayışı benimsiyor, ben de bu durumu olduğu gibi kabul ederek hiç yargılamadan soruyorum: Para kazanmanın, zengin olmanın yolu nedir? Hangi işi yaparak para ve güç elde edilir? Madem kazanan, masadaki her şeyi – hem parayı hem sevgiyi hem de takdiri – kazanıyor, o zaman bunun reçetesi nedir?
Petrol zengini Arap Şeyhlerini bir kenara bırakırsak çok zengin olanların hayat öyküleri bize önemli yollar gösteriyor. Dünyanın en zengin kişilerinden biri olan Bill Gates nasıl zengin oldu ya da 1960’lara damgasını vuran Beatles grubunun zengin olmasının altında yatan nedenler nelerdir?
Cevap olarak hemen yetenek demeyin. Çünkü yeteneği olan herkes mutlaka çok para kazanmıyor. Etrafınızdaki yetenekli ama parasız arkadaşlarınıza bakın.
Üstün zekalı olmak da başarının ve para kazanmanın garantisi değil. Benim çevremde çok ama çok zeki olup hayatlarını ellerinden kaçırmış bir çok tanıdığım var.

NASIL PARA KAZANILIR?

Malcolm Gladwell’in geçen yıl sonunda (2008) yayınladığı “Outliers” kitabı bu sorunun cevabını veriyor. Başarılı olan herkestutkusunun peşinden giderek başarılı olmuş. Bunlar kendilerini tutkularına o kadar kaptırmışlar ki sadece işlerini nasıl en iyi yapacaklarını düşünerek çalışmışlar.  Zevk alarak mutlulukla çalışmışlar. Çalışırlarken dünyayı unutarak çalışmışlar. Ama hepsi –istisnasız hepsi – yaptıkları işe en az    10 000 saat (on bin saat) kendilerini adamışlar.  Bu “on bin saat” rastgele bir rakam değil  her birinin hayatı incelendiğinde kolayca hesaplanabilecek bir rakam. Bu durum başarılı olan herkes için geçerli. Ünlü besteci Mozart da dahil.
Gladwell’in “Outliers” kitabında bu tezi doğrulayan o kadar çok örnek var ki. Hem de sadece tek bir kaynaktan gelen örnekler değil bunlar. Değişik araştırmacılar  hep aynı sonuca varıyor: Tutkunun peşinden gideceksin.
Sigmund Freud’a hayatın anlamı sorulduğunda, “Sevmek ve çalışmak.” diye yanıtlamış. Oysa bizim önyargımız çoğu kez, “sevgi ve işi” yan yana getirmemize engel olur.
Prof. M. Csikszentmihalyi beni çok etkilemiş bir yazar. Sürdürdüğü araştırmalar, “yaptıkları işe yoğunlaşarak, derin bir zevk alan insanların” başarıyı ve mutluluğu yakaladığını kanıtlıyor. Yani kim olursanız olun ve hangi işi yaparsanız yapın anlamlı bir hayat için “kendinizi adayacağınız bir iş” yapmanız gerekiyor.
Csikszentmihalyi; dışarıdan gelecek ödülleri (para, şöhret) önemsemeden kendini tamamen adayarak yapılan her işin her koşulda mutluluk ve başarı getirdiğini kanıtlıyor.
İnsanların yaptıkları işe -kendilerini kaybedecek kadar – yoğunlaşmalarının nasıl bir şey olduğunu aslında hepimiz biliriz ve bunu zaman zaman yaşarız. Bu durumda kendimizi daha güçlü hissederiz. Daha dikkatliyizdir, hiç bir ayrıntı gözümüzden kaçmaz. Olaylar bizim kontrolümüzdedir. Yeteneklerimizin doruğuna çıkarız. Zaman duygusu ortadan kalkar: İşin ne zaman biteceğinin önemi yoktur. Ne kadar çok çalışırsak çalışalım yorgunluk hissetmeyiz aksine varsa başka sorunlarımız bile ortadan kalkar. Bu tarz bir yaşantı öylesine değerli olur ki ne kadar para kazanacağımızı hiç düşünmeyiz. Esas bu süreci yaşamak değerlidir.
Edward de Bono “Rekabet, aynı yarışta koşmayı seçmek demektir. Rekabetüstünde ise oyuncular kendi yarış alanlarını kendileri seçerler.” derken benzer bir yolu gösteriyor. Toplumun yönlendirmesiyle bir iş seçtiğimizde rekabeti kabul etmiş oluruz ama kendi yarış alanımızı tutkularımıza göre seçtiğimizde rekabetüstü oluruz.
Tutkuların peşinden gitmek üzerine çalışan araştırmacılardan biri de Po Bronson. İki sene süren araştırmasında dokuz yüz kişiyle yaptığı derinlemesine görüşmeler sonucunda vardığı sonuçlar çok çarpıcı : Hayattaki çağrımızı, gerçek misyonumuzu bulduğumuz zaman başarıyı yakalayacağımız kesin.
Bronson’un araştırmalarında en sık karşılaştığı durum, insanların kendi misyonlarını bulamamış olmaları değildir. Aksine insanlar çoğu zaman ne yapmak istediklerini “içeriden” biliyorlar ama iş seçerken duruma “dışarıdan bakıp” kendi içsesleri yerine toplum yönlendirmesiyle karar veriyorlar.
Peki, neden kendi iç sesimizi dinlemekten korkuyoruz ve tutkularımızın peşinden gitmiyoruz?
1. Öncelikle bu sesi dinleyip kendi özgür yolumuzu seçmenin sorumluluğunu taşımaktan korkuyoruz.
2. İç sesimizi dinlersek para kazanamayacağımızı düşünüyoruz ve bunu göze alamıyoruz.
3. Para kazanma ve sevdiğimiz işi yapma konusunda kafamızda yanlış bir sıralama var. Yani önce para kazanmak için sevdiğimiz işi erteleyelim sonra nasıl olsa sevdiğimiz işi yapacağımız zaman gelir diye düşünüyoruz.
4. Para kazanmanın özgürlüğe giden en kısa yol olduğunu zannediyoruz.
5. “Hangi alanda başarılı olurum?” gibi yanlış bir soru sorarak işe başlıyoruz. Halbuki doğru soru “Hangi işi tutkuyla yaparım?” olmalı. Başarılı olacağınız alanı seçmek, yaptığımızla mutlu olacağımız anlamına gelmeyebilir. Soracağımız soru: “Ne yaparken kendimi kaybediyorum?” olmalı.
Kendi tutkularını bulmuş insanlar yaşları ya da statüleri ne kadar farklı olursa olsun birbirlerine benzerler: Gözleri parlar. Özgürdürler. Kendi zamanlarını nasıl kullanacaklarına kendileri karar verirler. En parlak fikirler onlardan çıkar. En zor sorunları onlar çözerler. Olağanüstü çaba göstermekten kaçınmazlar. Sanki sadece iş hayatında istedikleri yere gelmiş değil dünyada yerlerini bulmuş gibidirler. İş onlar için iş değil hayattaki varlık nedenleridir. İşin patronu kim olursa olsun yaptıkları işin gerçek sahibi onlardır.
Şimdi size para kazanmanın son derece yalın, iki maddelik reçetesini veriyorum:
1. Sizi hayata bağlayan en önemli tutkunuzun hangisi olduğunu keşfedin.  Hangi işi yaparak bu tutkunuzu gerçekleştireceğinizi hayal edin. Bu işi yaparken başkalarının ne düşüneceğini, gelirinizin ne olacağını boşverin. Bu iş sizin hayatınızın işidir, ona sıkı sıkıya sarılın.
2. Şimdi artık bu işte kendinizi kaybedecek ölçüde, on bin saat, çalışabilirsiniz. Evet on bin  saat. Sizden önceki bütün başarılı insanlar bunu yaptılar. Siz de bu işe; kendinizi unutacağınız, dünyayla bağınızı kopartacağınız kadar ön koşulsuz ve beklentisiz yoğunlaşın. Sonuç odaklı değil süreç odaklı hareket edin. Sonucu düşünmeden bu yoğunlaşmanın kendisinden üst düzey bir zevk alarak çalışın.
Sınırlı imkanlarla büyük engelleri aşmış, başlangıçta çevresindekiler tarafından hafife alınsa da yılmadan hayalinin peşinden koşmuş ve  başarıya ulaşmış bir çok insan var. Neden siz de onlardan biri olmayasınız?
Eğer başarmak istiyorsanız yapmanız gereken önce içinizde yanan ateşi keşfetmek sonra da yüreğinizi vererek o ateşin gösterdiği yolu takip etmek.
Bu yolculuğun bir sırrı var. Bu pek az kişinin bildiği bir sır: “Amacı para kazanmak olmayan, sadece tutkuları uğruna çalışanlar çok para kazanıyorlar.”  Yukarıda adını andığım bütün yazarların vardıkları sonuç bunu doğruluyor. Zengin olmuş insanların hiç biri yola para kazanmak için çıkmamış. Hepsi tutkularının peşinden koşmuş. Kendilerini tutkularına adamışlar. Sonucunda ise istemedikleri, harcayamayacakları kadar para kazanmışlar. Bu neredeyse zengin olmuş herkes için geçerli.
Çelişkili gibi görünen bu sırrı bir kere daha söylemek istiyorum: Para kazanmak istiyorsanız para kazanmayı hedeflemeyin! Eğer siz tutkunuzun peşinden giderseniz para da sizin peşinizden gelir.

7 Haziran 2016 Salı

Maske Mi Takıyoruz?

Kaç tane ben var diye durup düşündüğünüz oluyor mu? İş yerinde siz, evdeki siz, aileniz içerisinde siz, arkadaşlarınızın yanına siz... Bir de kendi kendinize kaldığınızda aynada gördüğünüz siz... Kaç tane varız? Maske mi takıyoruz?
Anne-babalarımızın yanındaki 'ben' ile eşimizin/sevgilimizin yanındaki 'ben' aynı olamaz. Hayatınızda öyle insanlar vardır ki onların yanında bambaşka bir insan olursunuz. Öyle ortamlar vardır ki sizi sahip olduğunuz kişilikten çıkarır, başka bir insan yapar. Bazı insanların yanında inanılmaz neşeli ve dışa dönük; bazılarının yanında kendinizi tanıyamayacağınız kadar içine kapalı bir insan olursunuz. Bazı çevrelerde kendine güvenli, bazı çevrelerde ürkek bir insan olursunuz.
İçki, kimilerine mutluluk kimilerine göz yaşı nedeni olur. Bazıları çok geveze, bazılarıysa içine kapanık hale gelir. Zaman zaman ve her kişiyle farklı biri oluruz. Aksini iddia edeni henüz tanımadım.
Daha da ötesi Zimbardo, gerçekliği temin edilebilmek amacıyla, şehir polisiyle anlaşma yaptı ve deneyin başlayacağı gün denek öğrencilerin evlerinden polis tarafından alınmalarını sağladı. Emniyet merkezinde fotoğrafları çekildi ve parmak izleri alındı. Sonra da hepsi üniversitede hazırlanmış bodrum katına (hapishaneye) getirildi. Bu simülasyon (yaratılmış gerçeklik) ortamında, mahkûmlar (öğrenciler) çırılçıplak soyulduktan sonra üzerlerine mikrop öldürücü sprey sıkıldı.  Ardından da deney boyunca kendilerine adlarıyla değil, numaralarıyla hitap edildi. Her birine üzerlerinde numaraları yazılı üniformalar verildi ve ayak bileklerine zincir vuruldu. Aynı şekilde bir grup öğrenciye de gardiyan olma görevi verildi.
Herkesin bunun bir deney olduğunu bilmesine ve tüm deneklerin ruh sağlıklarının yerinde olmasına rağmen, yaratılan simülasyon ortamı o kadar gerçeğe benzemişti ki Zimbardo, üç ay sürmesini planladığı deneyi altıncı gününde bitirmek zorunda kaldı; çünkü gardiyanların gösterdikleri sadist davranışlar kontrolden çıkmış ve hiç kimsenin tahmin edemeyeceği insanlık dışı boyutlara ulaşmıştı. Gardiyan öğrencilerin içinden canavarlar çıkmıştı. Kendileri gibi masum bir amaçla bir deneye katılan diğer öğrencilere yaptıkları eziyet tahammül sınırlarını aşmıştı.
Bu deneyi bazıları “otoriteye boyun eğme” açısından, bazıları “rollerle aşırı özdeşleşme” açısından değerlendirdi. Bazıları da insanların eline fırsat geçtiğinde sadist olabileceğine kadar birçok değişik açıdan ele aldı; ama şurası muhakkak ki içinde yaşadığımız ortam (context) insan davranışlarını yüzde yüz belirliyordu, hatta bu ortam “yaratılmış bir ortam” yani simülasyon olsa bile.
Zimbardo’nun gerçekleştirdiği Stanford Hapishane Deneyi, yönetim ve pazarlama disiplinleriyle ilgilenenlere, insan davranışları hakkında önemli ipuçları veriyor:
• Bütün ayrıntıları düşünülmüş simülasyon ortamlarında, insanlar bu ortamların kurgu olduklarını unutup, ortamın gerektirdiği davranışları sergiliyorlar ve simülasyon gerçeğin kendisi oluyor.
• Belirli koşullar oluştuğunda, insanlar farkında dahi olmadan içine girdikleri “yeni dünya” tarafından şekillenmeye, bu dünyanın şartlarına uyum göstermeye ve yeni ortama uygun davranışlar göstermeye başlıyorlar.
Yaratılan ortamın insan davranışları üzerinde ne kadar etkili olduğunu kanıtlayan bir başka deney de James Wilson ve George Kelling Atlantic Monthly dergisinin Mart 1982 sayısında “Kırık cam sendromu” isimli bir makalesinde yayınlandı.
“Kırık cam teorisini” açıklamak için Wilson ve Kelling, “metruk bina” örneğini veriyorlar: Bir sokağın suç bölgesine dönüşme süreci, önce ‘tek’ bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor. Çevreden tepki gelmez ve cam hemen tamir edilmezse oradan geçenler o bölgede düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyorlar ve diğer camları da kırmaya başlıyorlar. Ardından daha büyük suçlar geliyor. Bir süre sonra o sokak, polisin bile giremeyeceği bir ortama dönüşüyor. Zengin bir mahallede bir arabanın kelebek camını kırmak da aynı sonucu doğuruyor. Arabanın camının kırılması, çevredeki diğer arabaların da camlarının kırılmasına neden oluyor. Kötülük hemen bulaşıyor.
Ama bulaşıcılık sadece kötülük için geçerli değil, iyilik de hızla bulaşabiliyor: Bugün İstanbul’daki otobüs duraklarının temiz kalabilmesi, şehrin duvarlarına yazı yazılmaması, metrodaki İstanbulluların birçok gelişmiş batı şehirlerindeki insanlardan daha düzgün davranmaları, iyiliğin de bulaşıcı olduğunu kanıtlıyor. Bütün bu sonuçlar hepimizin günlük hayatlarıımızda gösterdiğimiz pek çok davranışın, aslında söz konusu ortamlara hâkim olan koşullar tarafından belirlendiğini gösteriyor. Daha da ötesi, içine girdiğimiz roller, farkında olmadığımız bazı yönlerimizi açığa çıkarırken bazılarını da köreltiyor.
Hepimiz içinde bulunduğumuz ortama uyum gösterme konusunda fevkalade becerikli bir yaratılışa sahibiz. Kişiliğimiz sandığımızın aksine fazlasıyla “akışkan ve değişken”. İçine girdiğimiz ortamlar, bizim tavır, tutum ve davranışlarımızı değiştiriyor.
80‘lerin başında Baudrillard, içinde yaşadığımız dünyanın, gerçekliğin yerini alan “imaj” ve “simülasyonlardan” ibaret bir dünya olduğunu söylemişti. Baudrillard, bir anlamda deneyimsel  pazarlamaya da  atıfta bulunarak “duyguların” pazarlandığı bir dünyada, artık salt gerçekten söz etmenin mümkün olamayacağını, pekala yaratılan gerçekliğin de gerçek gibi algılanabileceğini söylemişti. İnanmıyorsanız Paris’te Euro Disney’e gidin ya da Los Angeles’taki film stüdyolarına. Bu ortamlara giren çocuklar da, onların anne-babaları da bambaşka birer insan olurlar. Kendilerini bu yeni dünyalara kaptırırlar.
Bunlar deneyimsel pazarlamanın en iyi örnekleridir, ama hemen her markanın elinde kendi dünyasını yaratmak ve müşterilerine bu dünyayı yaşatmak imkanı vardır. Bence bu uygulamalar bize, deneyimsel pazarlamanın nasıl çalıştığını ve iyi uygulandığında neden bu kadar etkili olduğunu anlatıyor.
Deneyimsel pazarlama, pazarlama disiplininin bir inovasyonudur. Müşterilere yaşatılan kurgulanmış deneyimler, markaların tüketicilerin zihinlerinde yer etmesini, hafızalarına kazınmasını sağlar. Bu şekilde yaşanan deneyimler tüketicilerin eğlenmek, uyarılmak ve kalplerine dokunulmak isteklerine cevap verir.
Stanford Hapishane Deneyi ya da Kırık Cam Teorisi bize insan davranışlarının, önemli ölçüde ortam (context) tarafından belirlendiğini anlatıyor. Bunun pazarlamacılar için çıkarımı son derece önemli. Eğer merkezinde markamızın yer alacağı bir dünya yaratabilirsek ve bu dünyaya müşterilerimizi çekmeyi başarabilirsek, bu dünyada müşterilerimiz bizim arzu ettiğimiz gibi davranacaklardır.  Ancak yaratacağımız bu gerçeklik onların anlam dünyalarına hitap etmeli ve katiyen onların zekâlarıyla alay etmemelidir. Eğer yaptığımız işin hakkını verirsek marka dünyamızı iyi kurgularsak, burada müşterilerimiz kendilerini iyi hissettirecek deneyimler yaşamayı memnuniyetle kabul edeceklerdir.
İnsanın birçok kişiliği yaşayabilme potansiyeli, pazarlama açısından fevkalade önemlidir. Bir kadın sabah saatlerinde çocuğuyla gittiği lunaparkta “afacan bir haylaz” olurken akşam üstü eşiyle gittiği mücevher mağazasında bir “prenses” olabilir. Çoklu kişilik, kadınlar için geçerli olduğu kadar erkekler için de geçerlidir.
Hepimizin bir çok maskesi var ve ortama/kişilere özgü olarak içlerinden birini seçip takıyoruz. Gerçek beni bulmak için belkide aynaya bakmamız gerekiyor ve yalnız kalmanın tadını çıkartmamız gerekiyordur. Ne dersiniz?

Etiketler

2015 2016 4 saniye 7 unsur 7p affetmek Agresif stratejiler Ağızdan ağıza pazarlama Algı Algı yönetmek Alışveriş Alışveriş Merkezleri America Amerika Amerika nasıl Amerika oldu? Anadolu Efes analiz Anı yaşamak Apple Araştırma hedefi Araştırma Problemi araştırmak Araştırmanın künyesi Araştırmanın özeti Avusturalya Ayakkabı B2b Bağımlılık Bağlılık Bait bakmak Başak Değerli Başarı başarılı olmak Başarmak Berke Civan Berliner Bilgi bombardımanı Blog blogger BP Bu Tarz Benim Business Bütçe Bütünleşik pazarlama Bütünleşik Pazarlama İletişimi büyük etkiler bırakmak Cam ambalajlar Cam şişe Cem Çınlar CEO cesaret Ciddiyet ve disiplin Coca Cola content content marketing CRM CV çalışma hayatı Çevre Çevre kirliliği Çiçek çerçevesi Çocuk çözüm Çözüm üretmek Dağıtım Yar Doç Dr Selda ENE Daha güzel bir dünya Değer değişim deney Deneyim denge dengeli olmak Depresyon depresyonla başa çıkma Dersler digital dijital Dijital kampanya Dijital pazarlama Dijital pazarlamanın 5 temel taşı diş sağlığı duygu duygusal liderler Dünya Dünyanın en büyük markaları dürtü düşünür düzen Eleştiri Eminönü Empati Erdem Erdemli olmak Esir Eş zamanlı arama motoru Facebook fark fark yaratmak farklı olmak Farklılaşma Fayda Ferrari filickr Fiyat Formüller geçim Geneleneksel iletişim araçları Georgii Frantsevich Gouse Gerilla pazarlama Girişimci Giyim Google görmek Gurmania güçlü olmak Güven Güvenilirlik güzen Halil Erdoğmuş Hayal Hayatı kolaylaştırmak haz Hedef belirlemek Hitmet üreten hizmet Hoşgörü huzur IK Instagram içerik İçerik İçerik Moderatörü içerik pazarlaması ikna iknanın psikolojisi iletişim İletişim İletişim kirliliği ilham İlham İlişkiler imaj inanç indirim indirim yapmak indirimsiz markalar inovasyon İnovatif insan internet ipana İsim İsim hatırlayamama İsmi neydi? İstek istemek iş hayatı İşaret itibar iyilik izlenim jest kampanya kar etmek Karar karar almak Kares AVM karmaşa Kendimizi ifade etmek Kendini beğenmişlik Kevin Hogan kişilik Kitle KONUM KONUM TABANLI PAZARLAMA Konumlandırma Kuramsal Çerçeve Kurumsal yönetici küçük harf Kültür Lacoste Lc Waikiki leader lider LinkedIn Liste Listelemek Makale eleştirisi Maliyet Marka marka bilinirliliği marka değeri marka imajı marka inşası marka kişiliği Marka kültürü Marka Nedir? marka sadakati marka yaratmak Marka yönetimi Markalar markalarda bog kullanımı Marlboro Marmara Üniversitesi maske Medyada yer almanın artan maliyeti Medyanın çeşitlenmesi merak merak etmek Microsoft mimik Motive edici pazarlama msel pazarlama Mutlu olmak mutlu olmanın koşulları Mutlu olmanın yolları muzaffer şerif mücadele Müşteri müşteri ilişkileri Müşteri İlişkileri Müşteri İlişkileri Yönetimi müşteri memnuniyeti müşteri sadakati müşteri şikayetleri müşteriler Nasıl başarılı olunur Nestle Nike olumlu düşünmek Onedio Onel AVM Operasyonel pazarlama Ödev Ödevler ön yargı Önem ÖNERİM Özellikler Para para kazanmak Parekendeci Pazar Pazara uyum Pazarlama Pazarlama Araştırmaları Pazarlama Karması Pazarlama Kirliliği Pazarlama noktaları Pazarlama okuyanlar Pazarlama uzmanı Pazarlamanın P'leri people physical evidance Pinterest Place Plain pack Plastik atıklar PR Prestij Price Proaktif process Product Prof Dr Ahmet Ercan GEGEZ Prof Dr Fatma Müge ARSLAN Prof Dr Mert UYDACI Promotion psikoloji Radyo Rakip Red Bull rekabet Reklam Reklam ajansı Reklam Müziği Reklam önerisi Risk robert bosch Rus Rus kültürü Rusya Rusya pazarı sadakat sadık müşteri sağlık Samsung saniye Satış Satış temsilcisi Saygı Selfie Sembol Sevgi Sınavlar Sigara Simge Simple simülasyon Sistem sorulama sosyal sosyal girişimci Sosyal Medya Sosyal Medya Esiri Sosyal medya kampanyası taslakları Sosyal paylaşım Spor Starbucks Stiletto Strateji Stratejik pazarlama şans şansa inanmak şikayet şikayet yönetimi Şişe Şişeler takit etmek taklitçilik Tarihçe Tarz Tasarım Tatlı tatmin Televizyon Televizyon Reklamları Terim Tick Tock Boom Toptancı TREND tumblr Tutundurma tutundurma karması Tüketici Twitter uslup Ücret Üniversite Ünlü olmak Ürün Ürün çeşitliliği Ürün kalitesi Ürün yönetimi üyeler Vazgeçmek Vestel WOM Word of mouth Y nesli yaşam Yeni medya Yeni ürün geliştirme yeni yıl Yerli malı yorum yorum pazarlama yorumlar yönetici yönetmek Zafer Tanrıçası Zaman Zenginlik Ziyaret Ziyaretçiler